Bursa’dan yazar işadamı profili: Özkan İmran…

soylesiler (27)

Bursa’dan yazar işadamı profili: Özkan İmran…

Minteks Yönetim Kurulu Başkanı Özkan İrman, kâh bir tarihi iş hanında yaşananları not düşerek, kâh karşılaştığı iş ve insan öykülerini aktararak, dile kolay tam 9 kitap yayımladı. Karikatür çizen, Pirinç Han’ın hikâyesini Mezeci Çırağı ile beyaz perdeye de aktaran İrman, şimdilerde 10’uncu kitabı SER üzerinde çalışıyor.

İş dünyasında, Spor Kulübü başkanlığı yapan, ya da hobileriyle adından söz ettiren işadamlarına az da olsa rastlayabiliyoruz. Ancak genel geçer “işadamı”, “patron”, “sanayici” profilimizde kültür sanatla uğraşmak, bir müzik aleti çalmak, sahneye çıkmak, resim, heykel yapıp sergi açmak, şiir yazmak gibi görüntüler yok. Halbuki bir parçası olmak istediğimiz batıda “burjuva kültürü” olarak özetlenen; güzel sanattan felsefeye, eğlence dünyasından bilime, müzikten giyim kuşama, dans etmekten sofrada oturma düzenine, çatal bıçak kullanma, yeme içme adabına kadar uzanan değerlere damgasını vuranlar, toplumun bu elit, zengin, “burjuva” kesimi olmuş. 
1994 yılında kurulan Minteks’in Yönetim Kurulu Başkanı Özkan İrman, sessiz sedasız bu profili değiştirmeye başladı galiba ve Bursa’nın artık bir işadamı yazarı oldu! Özkan İrman, kâh bir tarihi iş hanında yaşananları not düşerek, kâh karşılaştığı iş ve insan öykülerini aktararak, dile kolay, tam 9 kitap yayımladı. Bir kitabının karikatürlerini de kendisi çizdi. Eserlerinden birinin sinemaya uyarlanmasını bizzat kendisi çektiği Mezeci Çırağı filminin sinemalarda gösterimini bekleyen İrman ile görüşmemize, kitapların editörlüğünü yapan meslektaşım Sibel Bağcı Uzun da katıldı. İşte Özkan İmran ile yaptığımız şöyleş. 

İşadamları işi başından aşkın, hep meşgul insanlar. Kitap yazma nereden çıktı?

Aslında ben zaten yazagelen bir insandım; meslek dergilerine ve gazetelerine yıllardır yazardım. Denemelerim vardı. Şirketteki iç yazışmaları mutlaka elle yazar verirdim partnerlerime, diğer bölümlerdeki arkadaşlarıma. Galiba bunu sosyal medya daha da kışkırttı. Bir derdimiz, derdimizi anlatma hali varmış demek ki… Bir gün, küçük küçük notlar alayım, babamın hayatını ve o eski Pirinç Hanı günlerini yazayım dedim. O günden bugüne editörlüğümü yapan Sibel Bağcı Uzun’a okuttum. Böyle bir düşüncem var, eşe dosta veririz şeklinde. Bazen evren bir şey olacaksa işbirliği yaparmış. Ben 100 tane basıp bir kenara koyacaktım. Sibel Hanım beğenince ve mutlaka bu hikâye geniş kitlelere ulaşmalı deyince hem heyecanlandım hem duygulandım. Üzerinde titiz bir çalışma yürüttükten sonra Uçurtma Yayıncılık’la okuyucularla buluşturduk.

Yazmak için çok okumak da şart derler?
Ben de yazmak istiyorum, nasıl yazabilirim diye soranlar var. Sanıyorlar ki bunun bir reçetesi, yöntemi var. Okuyor musun? diye sorunca, Yok, ben okumayı hiç sevmiyorum diyor. Okumayı sevmeyen bir insan yazabileceğini sanıyor. Ne acı. İronik esasında. Hayatım, kendimi bildim bileli okumakla geçti. Yazarak da aslında öğrenciliğime devam ediyorum. Bilgelik yapmıyorum aslında. Yazmak işi öyle sanılıyor maalesef… Aynı zamanda yazmakla ilgili yine dikkatinizi çekmek isterim; bir çocuğa sadece Okumayı öğrendin mi diye sormayız, Okuma yazma öğrendin mi deriz. Ama artık işin okuma kısmı biraz kaldı, yazma kısmı çöpe gitti! Günlükle de olsa ucundan kenarından “yazar” da olmalıyız… Yazmak hayata bir çentik atmaktır. İlla best seller olmasına gerek var mı? Çok büyük kitlelere ulaşması mı gerekiyor? Çocuğuna kalsa yazdıkların yetmez mi? Ben dedemin hayatını bilmiyorum mesela. Kulaktan dolma bilgiler var hep… Halbuki benim dedem de okur yazarmış. Kısacık günlerini şöyle bir kenara yazsa, ben dedemin hayatını görseydim, bilseydim, fena mı olurdu? 
İşadamları iş dışında pek vakit bulamadığını söyler oysa? 
Aslında o kadar çok atıl zamanımız var ki… Bursa her şeye rağmen taşra. İnsanlar gününü geçiriyor ama Bugün kendim için, toplum için ne yaptım? diye sormuyor hiç. O gün maç seyretmiştir, bilardo, tavla oynamıştır, dedikodu yapmıştır veya TV seyretmiştir. Cemiyetçilikte de çok güzel şeyler yapanlar var. Ama bazıları için orası da işten daha önemli oluyor. İş nasıl olsa yürüyor diye düşünülüyor. Evet, her işletmede iyi kötü planlama yapılır, çarklar mutlaka döner ama nasıl? Ya da tam tersi bakıyorsun adam tam işkolik, bir batağa saplanmış. Hiç başka zevki yok. Kendi açımdan 10 kitap yazmak çokmuş gibi görünüyor. Bu sabah yine saat 06’a kalktım. Biraz okudum, biraz yazdım, 08.00’e kadar. Bir saat 15 dakikası yazmakla, kalanı tashihle geçti. Hayatında günde 2 saat. Yılda 730 saat yapar. Bunu on yılla çarparsan 304 gün, kesintisiz, uyumaksızın yazmak demektir. Bana işini gücünü ihmal ediyor, kitap yazıyor diyebilirler. Ama anlıyorum insanları. Nasıl vaktini boşa geçirenleri ya da tamamen işkolik olanları ben anlayamıyorsam, onlar da beni anlayamıyor. 
Küçük notlardan kitap yazmaya uzandı sizin de hikâyeniz. 

Yaşamınızda çok biriktirdiğiniz hikaye var demek ki?

Aslına bakarsanız, We are going to Finland- Ya patron Duyarsa” kitabımla benim algım çok yükseldi. Esas yazarlık hikâyem bu kitapla başladı. Evet benim bir hikayem vardı. Ev tekstili işine başladığım döneme denk gelen, Glasnost sonrası Doğu Bloku altında kalan hayatların trajikomik hikayesini anlattım. Sonrasında denemelerimi bir araya getirdik diğer kitaplarımda. 
Ben kitabı yazmadan önce mutlaka önce bir önsöz yazarım. Demişim ki Ya Patron Duyarsa’nın önsözünde, Bir Suudi Arabistan vatandaşı ile tanıştım. Benim müşterimin ağabeyiydi. Elinde notlar aldığı defterlerini görünce Ne yazıyorsunuz dedim, Günlük tutuyorum, hayatımı yazıyorum dedi. Ama bir şey dikkatimi çekti. Neden iki ayrı deftere yazıyorsunuz diye sordum. Dedi ki, Ben 20 yıldır yazarım, bir tek siz sordunuz neden bir ona bir buna yazıyorsun diye… Cevapladı. Birine edeplileri, birisine edepsizleri yazıyorum. Esasında yaşıyordu ve yüzleşemiyordu. Kapalı bir toplumda yaşayan adamın edepsizlikten kastı, kendine ait, özel olan şeylerdi. Ben öldükten sonra kim görürse görsün dedi. Son kitabım SİN’de o ağabeyin kardeşinin hayatını yazdım. Ne ilginçtir ki yazan ama kimseye göstermeyen ağabeyine de yer verdim. Göçle birlikte başka bir coğrafyaya savrulan hayatların kaderlerinin nasıl şekillendiğini ele aldım. Çok enteresan bir hikâyedir. 

İşadamlarının özellikle ortaklıklarıyla ilgili konuşmasına, deneyimlerini paylaşmasına pek alışkın değiliz. Ortak Hadi Gel Batalım  kitabınızda neler anlatıyorsunuz?

Ortak Hadi Gel Batalım ile genç işadamlarına, öğrencilere tavsiye niteliğinde el kılavuzu hazırlamak istiyordum, derdim kitap yazmak değildi. Öyle başladı. İşletmeciliğe sığ tarafından bakan, en çok tekstilde ortaklar arasında yaşanan sorunları ele alan bir çalışmaydı. İş dünyasında ilgi uyandırdı. Meğer yaraya parmak basmamış, elimizi içine sokmuşuz. Almanya’da Heimtextile’de gezerken bir tekstilci, Özkan kitabını okudum. Sanki bizim şirketi yazmışsın nerden biliyorsun?” diye sordu. Demek ki dert ortakmış. Derdimiz dedikodu yapmak, insanları rencide etmek değil. Kitapta yazdığım firma ve kişi adlarını bu nedenle değiştirdim. Türkiye’nin her yerinden İsmimizi yazmamak kaydıyla, hadi bizi de yazsana.. deyip hikayesini anlatan çok oldu böylece. Hepsi yaşanmış şeyler. Yeni baskısında ilaveler yaptık. 

Nedir öne çıkan ortak sıkıntılar, örnek verebilir misiniz?

Şirketler kurulurlar, büyürler, işveren bir maaş almaz çünkü maaşın adı konmaz. İşletmelerin en büyük sorunu da budur. İhtiyacım kadar alıyorum kuralı şirketin finansman yapısını, dengesini bozar. Esasında o bölüm bu kitabın, iş hayatının kara kutusudur.
Ne demek ihtiyacım kadar alıyorum? İşletme Fakültesinin birinci dersidir; insanın ihtiyaçları sınırsızdır. 
İhtiyacım kadar alıyorum demek, Ben istediğim kadar para alırım, onun da sınırı olmaz, demektir ki o da şirketi batırır… Sorunlar ortak. Sanayi toplumu olmayı yeni yeni başarmış bir toplumuz. Emekliyoruz, daha çok işimiz var. Ortaklıkların süresi 10 yılmış. 20 yılı görmek zor. Neden şirketler 100 yıllık olmuyor? Sebebi, belli bir seviyeye gelen ortaklar yanılsamaya giriyor ve hep böyle gidecek sanıyorlar ve en büyük düşmanları ortakları oluyor. Zaten hiçbir firma ortaklıktan kaçamaz bir süre sonra miras hukukundan dolayı evlatları ve eşi firmanın ortakları olacaklardır. Ben de ne hatalar yapmışımdır, yapmadım dersem beylik laf etmiş olurum.

Aile şirketi de bir tür ortaklık değil mi? 

Ben aile şirketi lafını hiç sevmem. Ya şirkettir ya da değildir. Aile şirketi organik bağların olduğu, hayır diyemeyeceğin şeylerin olduğu bir yapıdır. Oysa şirkette duyguya yer yoktur. İnsanız tabii ki robot da olmayacağız. Ama kurallar mutlaka vardır. Ailede oğlun sabah erken kalkmazsa sorun çıkmayabilir. Ya da aile bu ay şu kadar harcar, öteki ay yoktur, kuru ekmek yer. Ama işletmede kimse kuru ekmek yemez. Maaşı, vergiyi ödemek zorundasınız. Ne oluyor, biliyor musunuz? Dikkat etmeyince yığılan kıdem tazminatı borçları, SGK ve vergi borçları, omuzlarında büyüyor işletmenin veya işletmecinin.
Kurumsallaşmak da şirketle ilgilenmemek, Gideyim bir daha şirkete gelmeyeyim demek değildir ayrıca. Bu bir bahane, sığınaktır bence. Dünyanın sayılı şirketlerinin kurucuları hala işin içinde mutlaka yer alırlar. 

Sizce neden işadamlarından çok fazla müzisyen, sanatçı vs. çıkmıyor?

Ayıp sayılıyor. İşadamı sanki fanusta özel bir yerde olmalıdır. Bakın son fuarda çok kadim dostlarım geldi. Zincir mağazaların sahipleriydi. Sohbet muhabbetten sonra, Özkan seni yıllardır görmeyen bir abimiz var, onu da getireceğim dedi. Kapıda uzaktan görünce, 23 yaşında pazarlamacılığa başladığımda onun dükkânına kayarak girdiğim gibi, Abi dur, ben geleceğim, deyip yanına kayarak gittim. Ya Özkan sen hiç değişmemişsin, ama bak bunu yapma, sen artık kocaman işadamı oldun dedi. Abiciğim içimdeki çocuğu öldürmemi sen bari isteme dedim. İşadamı dediğin adam kelli felli oturur, espri yapmaz algısı var herhalde… Ama yine de sosyal faaliyeti olanlar vardır, denizcilikle, Türk Sanat Musikisiyle uğraşan tanıdıklarım var. Yeter ki insanları hobilerinden dolayı yaftalamayı bırakalım. Bu bizim az gelişmişliğimizi gösteriyor… Bırakalım insanları ne yaparlarsa yapsınlar, işte geldik işte gidiyoruz. 

Hobileri olanlar işte başarısız olur, işine odaklanamaz diye mi düşünülüyor?
Tersine daha başarılı olur. Hobileriniz olursa, ruhunuz zenginleşir. Ruhunuz zenginleşince işinize yansır. Daha az sinirli olursunuz. Ben sadece yazmıyorum, futbol oynarım. Turna Koyu balıkçıyım. Egedeki Turna Koyu’nda bir yazlığımızda bildiğin ağ atarım, zıpkınla balık avlarım. 
Mutlaka 2-3 ay orada kalıyorum. 

Yazar olarak tanınmak size ayrıca neler kattı? 

İTÜden Erzincan Üniversitesine kadar özellikle işletme fakültelerinden öğrenci kulüplerinden çağrılıyorum. Çok büyük bir manevi haz benim için. En son Adana’ya ve Erzincan’a gittim. 2 bin 700 kilometre yol yaptım, giderken çocuklara hediye götürdüm. Kitaplarımı dağıttım. Sadece iki buçuk gün… İnsanlar 20 gün gemi gezilerine çıkıyor. Çok mu yapıyorum? Her şeyi bu ülkeden aldık. Kredi Yurtlar Kurumu’nun kredileriyle okuduk. Yollarından geçtiğimiz, suyunu içtiğimiz memleketimize borcumuz var.

Gelelim en son Mezeci Çırağı filminize… Sinema sektörüne de adım atmış oldunuz. 

Pirinç Hanı-Mezeci Çırağı kitabımdan yine aynı isimle senaryolaştırılarak beyazperdeye uyarlanan filmin çekimlerini Kayseri Vezirhanda gerçekleştirdik. Kitabımızı Battal Karslıoğlu senaryo haline getirip aynı zamanda yönetmenlik koltuğuna otururken ben de yapımcı ve filmin sanat yönetmeni olarak sinema dünyasına merhaba dedim. Çekimlerimiz yaklaşık bir ay kadar sürdü. Mekânları özellikle Pirinç Hanı’ndaki  yönleri de göz önüne alarak belirledim. Sonra mekân içleri, dış mekânlar, dekorlar derken benim için çok zevkli bir tecrübe oldu. Çocuk gözüyle hafızamın bir köşesine attığım ve o handa birlikte zaman geçirdiğim insanlarla olan anıların filmimiz sayesinde daha geniş kitleler tarafından bilinecek olmasından dolayı da son derece mutluyum. Filmde küçüklüğü oğlum Tuna İrman canlandırdığı için de ayrıca onurluyum. Kitabımın beyaz perdeye uyarlanması rahmetli babam Mezeci İsmail Hakkı İrmanın ölümsüzleşmesi açısından da benim için çok önemli. Bir evlat olarak görevimi yapmış oldum. Herkes gibi biz de vizyona girmesini sabırsızlıkla bekliyoruz. 
Ancak öncelikle ulusal ve uluslararası olmak üzere çeşitli festivallerde filmimizi göstermek için girişimlerde bulunuyoruz. 
Kesinleşen bir tarih olmamakla birlikte 2016 yılı sonunda seyircisiyle buluşacağını söyleyebilirim. 
Ben şimdiden filmimizi izleyip Mezeci Çırağı’nın yürek sızısını hissedecek ve onun yolculuğuna tanıklık edecek sinemaseverlere teşekkürlerimi sunuyorum. 

dursunerolugazeteyazlar.blogspot.com